Descartes felsefenin ilkelerinin birinci bölümünde “fizikötesini” ele almıştır. Kendisinden öncekiler fizikötesini, fizikten sonra ele alırken filozof önce fizikötesini işliyor. Böylece felsefede önemli bir değişim meydana getirirken artık felsefeyi de görünen nesnelerden görünmeyen nesnelere, dünyadan tanrıya yükselme olmaktan kurtarıyor. Descartes’e göre felsefe yüksek bilgi edinmek değil daha çok doğanın bilgisine ulaşmak doğanın bilimini yapmaktır.
Filozof ‘maddeler dünyasının ilkeleri’ adını taşıyan bölümde eski felsefe ile yeni felsefenin hem benzer hem de ayrı yönlerini derinlemesine ele alıyor . Descartes’e göre ikinci bölümün temelini devinim* oluşturuyor. Devinimin doğasını ve içeriğini (niteliğini) tanımlıyor ve yasalarını belirliyor.
Görünen Dünya ya da Evrenbilim Üzerine Öğretiler adındaki felsefenin ilkeleri’nin üçüncü bölümünde filozof gökyüzünde görüneni (göksel nesneler) inceliyor. Bu bölümde Gökbilimcilerin gözlemlerinden yararlanarak göksel nesnelerin oluşumlarını açıklıyor.
Descartes felsefenin ilkeleri’nin son bölümünde ise yer’i anlatır. O’na göre başlangıçta yer bir güneş ya da durağan bir yıldızdı. Anacak Descartes’in bu bölümde öne sürdükleri hala günümüz bilimi tarafından ortaya konulmadığı için varsayım olarak kalmaktadır.
XVII. yüzyılda felsefe tarihi ‘bir bilim olmaktan uzaktı. İlkçağ öğretileri üzerine edinilen düşünce sıradan olduğu kadar, tam ve doğru da değildi. Descartes eski filozofları ikiye ayırıyor: şüpheciler (septikler) ve kesinlikçiler. Descartes’in öğretisi daha önce yaptığı bir tanıma karşılık veriyor: bu, ilkelerin tam aydınlığı ve açıklığı ile onlardan doğada var olan tüm etkileri (sonuçları) çıkarmak olanağı; başka bir deyişle söylemek gerekirse, bu fizik ile matematiğin mutlu ve etkili bir bileşimidir.
Gerçekte filozofun yaptığı büyük yenileme, düzeltme hatta devrim işte buradadır. Dört bölümün sonunda ve içinde bunu yenilemekten usanmıyor .
İnsan bilgisinin ilkeleri
Descartes Felsefenin ilkeleri adlı kitabının “insan bilgisinin ilkeleri" bölümünün birinci ilkesinde "gerçeği arayanın yaşamında bir kez tüm nesnelerden gücü yettiği ölçüde kuşku duyması gerekir" demektedir .
Elbette Descartes’in işe kuşkuyla başlamasının nedenleri vardır. Ona göre felsefe doğru önermeler topluluğudur ve filozofların görevi de sağlam bilgilerin elde edilmesini sağlamaktır. Daha sonra filozof ikinci ilkesinde, kendilerinden kuşku duyulan nesnelerin hepsinin yanlış olarak düşünülmesi gerektiğini öğütler bize.
Kendisine kadar gelen bilimleri ele alıp inceleyen ve hepsinde de sandığından daha çok yanlış bilgi olduğunu gören Descartes, bunca yanlışın nedeninin ne olabileceğini araştırmaya koyulduğunda, bu durumun nedeninin insan aklı olamayacağı sonucuna ulaşır. Yanlışın nedeni akıl olmadığına göre, bilgilerimizde ortaya çıkan farklılıklar, bazılarımızın diğerlerinden daha akıllı olmasından değil, sadece düşüncelerimizi ayrı yollardan götürmemizden ve aynı şeyleri göz önünde bulundurmamamızdan ileri gelir. Bu amaçla kendi döneminde işine yarayacak ne gibi bir materyal olduğunu araştırmaya başlayan Descartes, felsefe disiplinleri arasında mantığı, matematik bilimler arasında da geometricilerin analizini ve cebirini, tasarımını gerçekleştirmekte kullanabileceğine karar vererek, bu üç bilim ya da sanatı incelemeye başlamıştır.
Var olmasaydık kuşku duymazdık, buda edinebileceğimiz ilk doğru bilgidir.(1) bu cümleyle Descartes o meşhur ‘ cogito ergo sum*’ önermesine ulaşmaktadır. Burada filozof kuşku duyan kişinin kuşku duyduğunun farkında olduğu için ve bu durumdan ayrıca kuşku duyamayacağı için var olduğunu söyler bize, kaldı ki bu önermeyle septikler*in karşısında ciddi bir dayanak oluşturduğuna inanıyor . Fakat burada belirtilmesi gereken husus filozof buradaki var olma durumunu düşüncede var olmak olarak belirtir. Buradan beden ve ruh ayrımına geçen Descartes sadece düşündüğümüz için var olabildiğimizi bu yüzden, bedene ve ruha ayrı ayrı baktığını görüyoruz. Ve düşünce’nin yalnızca ruha ait olduğunu söyler. Daha sonra filozof tanrı ispatına geçer. Sanırım burada Descartes tanrı ispatına iki sebepten ihtiyaç duyar. İlkin düşüncelerini açıkladığında kilise tarafından gelecek baskıları kırkmak; çünkü biliyoruz ki hala skolastik düşünce hakim o dönemlerde ve filozof bu düşüncelerden kaynaklanacak bir baskıyı savuşturmak, ikinci olarak da metafizik olan düşüncülerde içinden çıkılamayan durumlarda tanrıya başvurarak düşüncesini istediği gibi sistemleştirmek için tanrı ispatına geniş yer verir.
“Ancak her şeye karşın, Descartes'in bu kanıtlaması gerçekliğin sadece bir kısmına ilişkindir; ve bundan dolayı, bir dış dünyanın varlığının da kanıtlanması gerekmektedir. Bu gerçeği fark eden Descartes bunun için de önceden varlığından kuşku duyduğu Tanrının varlığını yeniden kanıtlamaya girişir. Çünkü Tanrı olmazsa, diğer her şeyin varlığı kuşkulu kalacaktır: hatta geometrinin kanıtlamaları bile.
Tanrının varlığının kanıtlanmasında Descartes öncelikle zihninde bulduğu mükemmel varlık fikrinin nereden geldiğini araştırmakla işe başlıyor. Bu fikrin kaynağı olgular olamaz: çünkü olgular içerisinde mükemmel bir şey yok. Kendinden de kaynaklanıyor olamaz: çünkü insan mükemmel bir varlık değil. En mükemmel daha az mükemmelden çıkamayacağından, bu fikri aklıma koyan ancak, kendisi de mükemmel olan bir varlık, yani Tanrı olmalıdır. Çünkü Tanrı vardır. Tanrı var olduğuna göre dış dünya da var olmalıdır. Çünkü tanrı mükemmel varlıktır. Mükemmel varlık bizi aldatıyor olamaz. Çünkü aldatmak mükemmellikle bağdaşmaz. ”
Descartes’te Apaçıklık Kuralı
Descartes yönteminin bu kuralını şöyle açıklamaktadır: Doğruluğunu apaçık olarak bilmediğim, hiç bir şeyi doğru olarak kabul etmemek: yani aceleyle yargıya varmaktan ve ön yargılara saplanmaktan dikkatle kaçınmak ve vardığım yargılarda, ancak kendilerinden kuşku duyulmayacak derecede açık ve seçik olarak kavradığım şeylere yer vermektir (16).
Burada en önemli sorun doğruyu yanlıştan ayırt edemeyecek kadar güç problemlerle uğraşmaktır. Çünkü bu durumda kuşkuluyu kuşkulu olmayan yerine almak olasıdır.
Descartes'e göre, "İncelemeyi düşündüğümüz konularda, araştırmalarımız, ne başkalarının
düşündüğüne, ne de kendi sanılarımıza değil, fakat açık ve apaçık görebildiğimiz ve tümdengelim yoluyla kesinlikle (kuşkusuzca) çıkarsayabildiğimiz şeylere yönelik olmalıdır. Çünkü bilim başka türlü elde edilemez .”
Ona göre eğer yargılarımızı açık ve seçik olarak kavradığımız şeyler üzerine dayandırırsak, aldanma olasılığı yoktur. Çünkü Descartes zihne açık ve seçik olarak sunulan her düşüncenin doğru olduğuna inanmaktadır. Ona göre açık, zihne doğrudan doğruya verilendir. Seçik ise hem açık hem de koşulsuzdur (mutlak). O halde apaçıklık, doğruluğu zihne doğrudan doğruya verilmiş olan, yani doğru olduğunu göstermek için zihnin herhangi bir ek işleme gereksinim duymadığı bir niteliktir.
Diğer taraftan bilinenin niteliği olan bu apaçıklığa, bilen olan zihin de ise aracısızlık ve basitlik nitelikleri karşılık gelir. Bu niteliklere sahip bir zihin işlemi ise seziştir. Descartes'a göre seziş, ne duyuların değişken kanıtı, ne de yanlış imgeleme dayanan yanlış bir yargıdır. Fakat saf ve dikkatli bir zihnin kavrayış veya anlayışıdır. Bu kavrayış o kadar kolay ve seçiktir ki, anladığımız şey üzerinde hiç bir kuşku bırakmaz. Çünkü sezgi aklın ışığından kaynaklanmaktadır. Yani bütünüyle zihinsel bir işlemdir. Daha basit olduğundan tümdengelimin kendisinden bile daha kesindir. Bundan dolayı da seziş yanılmaz. O zaman burada bir soru sormak gerekmektedir: Apaçık olarak sezmek ve ondan da karmaşıkların bilgisini elde etmek aklın doğal bir işlevi olduğuna göre, niçin yanlışa düşmekteyiz? Descartes'e göre akıl kendi yetilerini kullanmağa elverişli koşullarda bulunduğu zaman, apaçık şeyle karşılaştığımda, derhal seziş meydana gelir. Ancak insan salt bir akıl değildir. Ruhla bedenin birleşmesinden kaynaklanan engelleri de bulunmaktadır.
İşte bu bedenden kaynaklanan engeller iki tanedir: yargıya varmakta acele etmek ve peşin yargılara saplanmak.
İnsanların yargıya varmakta acele etmelerindeki en önemli nedenleri ise;
1. Kendi bilgi ve yeteneklerine fazlasıyla güvenmeleri,
2. Emekten kaçınmaları.
3. Bilgisizliklerini açığa vurmamak istemeleri,
4. Etraflıca düşünmeden problemleri incelemekte gösterdikleri aceleciliktir.
Descartes’te Kavramlar ve Birbirleriyle İlişkileri
Descartes ‘ bir varlığı olduğunu kabul ettiğimiz şeylere gelince, her birinden edindiğimiz kavramda karanlık olanı apaçık olandan ayırmak için, burada onları teker teker incelememiz gerekmektedir’ der. Burada töz kavramını ele alan Descartes
Descartes’in kullandığı diğer kavram kümesi de nitelik ve san, biçim ya da tarz’dır. Filozof bu kavramları ise şöyle açıklamaktadır: “burada biçim ya da tarz dediğimiz zaman, başka bir yerde san (sıfat) ya da nitelik (keyfiyet) adı verdiğimden başka bir şey demek istemiyorum. Ancak tözün başka bir durum aldığını ya da değiştiğini dikkate aldığımda özel olarak biçim ya da tarz sözünü kullanıyorum; ve bu durum ya da değişme ile tözün bu alabileceği zamanda, onun bu şekilde adlanmasını gerektiren çeşitli biçimlere nitelik (keyfiyet) diyorum: nihayet daha genel bir şekilde, bu biçim ve nitelikleri, salt bu töze bağlı olduğunu düşünerek tözde bulunduklarını kafamda canlandırdığım zaman onlara san adını veriyorum .
Filozofun kullanmış olduğu kavram tümeller’dir. Aralarında belli bir bağ bulunan bir çok özel şeyleri düşünmek içi,n aynı fikri kullanmamızla oluşur. Bu fikirle gösterilen şeyleri aynı ad altında topladığımızda, bu ad da tümel’dir .
Descartes’e göre duyular ve yargılara ilişkin yargımız iki biçimde olur; biriyle yanlışa düşeriz, ötekiyle yanlıştan kaçarız. Bundan sonra Descartes yanlışlarımızın sebebini açıklamaya çalışır ve O’na göre dört temel sebep bizi yanlışa sevk eder. Bunlar:
- Yanlışlarımızın ilk ve başlıca nedeni çocukluğumuzda edindiğimiz önyargılardır.
- İkincisi bu önyargıları unutmamız gerektiği de bir gerçektir.
- Üçüncüsü, zihnimizin yargıda bulunduğumuz şeyler üzerine dikkatini verince yorulmasıdır.
- Dördüncüsü düşüncelerimizi, onları tam olarak belirtmeyen sözcüklere bağlamamızdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder